21 Aralık 2012 Cuma

sevilen şeyler

kedi
türk kavesi
sıcak çikolata
uyku

kaşe sesi
kaynar su (el yıkamalık)
soğuk su (içmelik)
cd kutusu
şiveps limon
hemşireler ve hastabakıcılar
south park
ipad (yok bende)
ufuk'un yolladığı bazı şarkılar
kpss kitabı
içi peluşlu ayakkabı
kar maskesi
rüştünün oynadığı reklamlı gol çikolatası
yeni kesilmiş çim kokusu
banyodan yeni çıkan ufuk
yeni yıkanmış çarşaf kokusu (domestosun değdiği herşey işte)
saten yorgan (ama sadece baharda)
bali
sisli hava
sabahattin ali
ufuk'un sabah mesajları
emrah serbes
kaş almak
kızsal genel
patatesli gözleme
annemin yaptıgı kusufasülye
teyzemin yaptıgı mantı
çok uzun süre tuttuktan sonra çiş yapmak
tarçınlı kurabiye
kaş piercingi
bittiğinde oha dedirten filmler
italyanca konuşan kızlar
tek taş yüzük
saçlarımı tek tarafa atmak
beyaz gömlek
kadife pantolon
ısırmayan tercihen dişleri olmayan köpek
içi polarlı mont
üstüne basınca izmaritleri içine düşüren kültablası

klimalı herhangi bir araba
ufuk'un motoru
siyah elbise
folklor kıyafeti
bandocu kıyafeti
davul
kükürt kokusu
sucuklu yumurta
bitmemek
siyah göz kalemi
annem

30 Eylül 2012 Pazar

Yavuz Turgul'a açık mektup

yavuz sen ne ayaksın ya,

bi star bulmussun kendine şener şen diye biri, oyuncuya güvenip yazıosun filmi, ortalama çekiyosun, göklere çıkarılıyosun, yine parlak zamanında cem yılmazı alıyosun, veriosun cemli sahneyi, veriyosun kişisel büyük oyunculuğu kenarda durup stop diyosun.

yok o kadar değil tabi, yavuz fena adam değil, yaptığı iş itibariyle de yönetmen sineması yerine oyuncu sinemasına ağırlık vermesi de bi tercihtir, olur yani.

fakat ben diğer tarafı tercih ediyorum ve senin anlatmaya çalıştığın gibi o iş öyle sakal bırakmakla, fular takmakla yeni yüz bulmakla olmuyo.

1990da çektiği filme şuan tepki gösteriyorum, evet biraz geç kaldım.

madem ki kişisel blog filmi ilk izlediğim zamanı annatiym kısaca,

ilk filmimi çekiyordum o sıra, becerememekten, bir türlü organizasyonu yapamamaktan ağrılar girmişti karnıma, ne istesem tam olmuyordu, bin tane dertle uğraşıyordum, 19 yaşında falandım heralde, bu filmi görmüştüm trt 2 de,  bir adam film çekerken milyon tane aksilikle uğraşıyor. sonunda çekiyor ama beğenilmiyordu, kendimi bulmuştum filmde, haşmet asilkan bendim, dün gece nerden estiyse tekrar izlemek istedim filmi, film aklımda kaldığı kadar iyi değildi.

aşk filmlerinin unutulmaz yönetmeni, haşmet asilkan.

yıllarca kim meşur olmuşsa, şarkıcı-türkücü kim popülerse onun filmini neredeyse aynı konu üzerinden çekmiş, hep ağlamaklı hep dramlı filmlerde aynı kişilere rol vermiş, gişesi kesin, senaryosu belli deneyselliği sıfır işlerle, sadece teknikten anlayıp yönetmenim diye geçinmiş bir adam haşmet asilkan.

yavuz turgulun bir karakteri,

ortaokul terk, kunduracı bi adamın mümin adındaki oğlu, sonra oyuncu olurum belki diyip piyasaya ismini değiştirerek girmiş.

ayna karşısında takıyor fuları, kirli sakalı bırakıp evi kitap doduruyor. yeni tanıştıklarına 12 eylül mağduru olduğunu, kitaplarının bi o kadarının da toplandığını, galatasaray mezunu olduğunu, içerde çok işkence gördüğünü söylüyor, politik kitapların arkasında kerime nadir saklıyor, klasik müzik dinliyor.

bu kadar kara mizah mıdır acaba türk sinemasının deneysel yönetmenleri ve elle tutulur işler yapan zaten az sayıdaki adamların hayatı,

ya da bunları eleştirecek adam yavuz turgul mudur, şimdi ttnet reklamlarıyla maymuna çevrilen şener şen midir.

toplumdaki "şener şen varsa iyidir" "en iyi oyuncudur" "büyük ustadır" klişeleri bunun en büyük örneği, hakikaten şener şen çok büyük oyuncudur, en iyisi de olabilir, aksini düşünmüyorum, ama oyunculuk denen işi tekdüzeliğe indirgeyip sonra da en iyisini size pazarlananlar üzerinden seçerseniz başka kimseyi bulamazsınız zaten.

film deneyselliğe darbe indiriyor esasında, içinde terörist geçen senaryoları, çok normal bir şeymiş gibi oynuyorlar deme faşistliğinin kara mizahını yapıyor içten içe.

filmde adam "halkıma borcum var" diyor, yer yer eli silahlı adamı haklı çıkarıyor, "işte deneyseller bu zırvalarla yeşilçamın emektarlarına iş vermiyor, işleri de ters gidiyor, halk da bunları zaten beğenmiyor" diyor.

bu sadece işleri ters giden bir adamın tutunma çabası değil, garanti iş yapmazsanız, içine türkücü, star ve aşk koymazsanız, bu halk sizi beğenmez diyor kısaca,

bu durumlar eleştirilebilir evet, ama bunları şener şen üzerinden, müjde ar üzerinden cem yılmaz üzerinden ün yapan, standartların ötesine hiç çıkamamamış dümdüz bir yönetmen mi eleştirmelidir.

kaldı ki halkın duyduğu ilgi filmin gerçekten iyi ya da kötü olduğunun bir göstergesi midir.

her şeye olduğu gibi sinemaya da benzer yüzeysellikte bakan halka, sadece istediklerini veren, göstermek istediklerini gösteren, köylü milletin efendisi vurgusuyla kıç yalayıcılığında engel tanımayan, gözüne sokan anlatımlarla tüm zeka düzeylerini, tüm entelektüel birimleri, tüm genel kültürleri aynı seviyeye indirgeyen keyifli/ağlak 2 saat geçirmekten öteye gidemeyen klişe filmleri, rüzgarıun esiş yönüne göre sahneye en bilindik etnik sanatçıyı çıkarıp, en bilindik türküsünü söyleterek, aslında onlarda da iyi insanlar var lütfetmeleriyle yönetmen olunmuyor yavuz.

son yaptığın filmlere bak,

eşkiya'nın hepimiz için ayrı bir yeri vardır, eleştiremem,
muhsin bey senin olduğuna inanamayacağım kadar iyidir, ayrıca bunlarda uğur yücel etkisi de vardır,
ama
gönül yarası,
kabadayı,
av mevsimi nedir?

bu kadar klişe konularla, güzelliği tescillenmiş, filmi satacak kızlardan, oyunculuğu embesil halk tarafından onanmış kart heriflerden, tamamen alıştığın yöntemlerle, bildiğin ezberlediğin, hiç sıkılmadan aynı şeyleri tekrar tekrar yaptığın filmografinle, sen mi türk sinemasının 3-5 tane "denemeyi" akıl etmiş, söyleyecek sözleri olan yönetmenlerini eleştireceksin.



senin ne gelir gider endişen var artık ne de şakşakçı endişen, şener şen sayesinde voliyi vurmuşsundur, yaşın da epey oldu, fuları tak çık bi dene bakalım bu işler o kadar kolay mıymış.

sevgilerle

23 Eylül 2012 Pazar

ANAYURT OTELİ

ne sağ ne ölü diyor kitabın arkasında... zorunlu olmayan herşeyi farkına bile varamayacağı yerde saklıyor yaşam zebercet'ten, sıkılmayı bile öğrenmemiş, yalnızca gerekeni yapıyor, kapıyı açtığında eski konağı dolduran ışık dışarda olabileceklerin ipucu olmuyor, ne kadar az yer tuttuğunun çok geç farkına varıyor. en ulaşılmaz gelenlerin neden ulaşılmaz olduğunu düşünüyor belki

Yusuf Atılgan'ın eseri olan anayurt oteli 1986 da ömer kavur tarafından filme uyarlandı, türk sineması furyasından ölümüne zevk aldığım yıllarda (lise zamanı) iki kez seyredip ısrarla anlamadığım bir filmdi Anayurt Oteli.

aylak aylak dolaştığım 1 eylül günü akşama doğrusunda mephisto'da ilk katta gördüm kitabı, kitap olduğunu bilmiyordum, bir türlü anlayamadığım ve içimde ukte kalan film geldi aklıma, hemen aldım.

ince bir kitaptı, elimdeki bitsin hemen okurum diye düşündüm, elimdeki bittikten sonra hemen başladım ama hemen bitiremedim.

ince ama her sayfası 7 polisiye roman sayfasına eşdeğer içerikteydi, kitap gerçekten filme alınması zor bir kitap, az evvel btirip filmi bir kez daha izledim.

Anayurt Oteli tam da filmdeki gibi bir karakterin, sıska, iyi giyimli, çekincen, mahçup bi adamın otel kapısının solundaki bankosunda ömrü geçerken, bir kadının gelip boş oda sormasıyla başlıyor.

kitap, otelle ilgili, zebercetle ilgili, temizlikçi kadınla ve kediyle ilgili genel tanımlamalarla başlıyor.

otele türlü sebeplerle, farklı profillerde insanlar geliyor, zebercet çok insan görüyor.

gelen kadınlardan birine duyduğu ilgi, onun daha sonra geleceğini söyleyip gelmemesi birden boşluğa düşürüyor onu. amaçsızlığa düşürüyor.

bir adamın zebercet'in 6 gündür dışarı çıkmamasını yadırgaması, işinin zor olduğunu söylemesiyle kafasına dank ediyor olabilir bu durum

dışarı çıkıyor. dışarıda kadını aramak, ya da onun gibi birini bulmak derdinde değil,

dışardaki yaşamın bankonun arkasında geçen hayatından ne kadar farklı olduğunu keşfediyor.
sonra farkedilmediğini anlıyor.

amaçsızlığı iyice yüzüne vuruyor, dışardaki hayatta farkedilmeyen, önemsenmeyen olduğu düşüncesi onu bişeyler yapmaya zorluyor,

düz ve gerekenin dışına çıkmayan saygılı diyaloglardan başka bir ilişkisi yok, temizlikçi kadınla sadece ihtiyacını görmek için girdiği ilişkilerde bile hiç bir tepki vermiyor kadın, bacaklarını ayırıp uyumaya devam ediyor.

dışarda farkedilmeye çalışıyor zebercet heyecan duymaya çalışıyor.

bıyığını kesiyor,
yalanlar söylüyor,
içki masalarında yandan gelen sohbetleri dinliyor.
horoz dövüşüne gidiyor.
bir erkeği otele çağırmayı bile düşünüyor.

amacı birşeyler yapmak belli ki,

hiç bir önem kazanmamış yaptığı hiç bir şey, annesi de önemsiz bi kadınmış, işlettiği, hayatının tek gerçeği olan otel de sahibinin sadece sigara parası aslında,

dışarıda kolay elde edilen ne varsa zebercet için çok zor.
ismi bile kimsede duymadığı, farkedilmeyen bir isim.
önemle yazdığı fişler karakolda okunmuyor hiç
mahkemeye bile çıkarmıyorlar, sorgulanacak kadar bile önem teşkil etmiyor.
herhangi bir yer kaplamıyor zebercet ve neyi bekliyorum diyor.



kısaca film ve kitap arasındaki farklara değinip bitiriym.

her sabah kapıyı açtığında ekranın çoğunu kaplayan ışık yönetmenin esere kattığı en önemli nokta, ayrıca karakter muhteşem yaratılmış, mekan seçimi olağanüstü,

fakat kitaptaki bazı duyguları desteklemek dışında filmin bir etkisi yok, çok yerde eksik, düz.

yusuf atılgan kitap boyunca olaysızlığı, olay ile anlatmış, çay içti, baktı, sordu, dışarı çıktı, yürüdü, sigara içti diye gidiyor kitap. işte bu düzlüğün kasveti, normalliğin, aşırısızlığın sıkıcılığı zebercetin hayatını oluşturuyor.

film böyle gidemez, "neden yazıyorum bunları" demesine gerek yok karakterin, yazdığı defteri karalayarak ve iterek bu duygu verilir.

oyuncular kitapta yazanın aynısını söylemiş, asla ekleme yapılmamış, çoğu repliği daha önce ben söyledim kitabı yeni okuduğum için,

sanki bu film Ömer Kavur'a bitirme ödevi olarak verilmiş de değişiklik yapamıyormuş gibi...

hatta kitapta okurken çok beğendiğim bir ayrıntı, zebercet'in yan masayı dinlerken yan masanın konuşmalarının bir önceki cümleden itibaren başlaması "...demiş abisine. o da almış silahını çıkmış" diye bir hikayeye kulak misafiri olması, filmde hikaye başından başlıyor ve çok kısa yer veriliyor.

ayrıca kestaneciye düşman olduğunu düşünmesi, ona söylemeye hazırlandığı bir sürü hakaret, hayalinde tokat atıp kaçma denemesi, kendisiyle girdiği düello, farkedilme hissiyatı, önemsenme ihtiyacı, kestanecinin aslında umrunda bile değilken, özgüvenini tatmin edercesine kestaneleri soyarsan 5 lira daha veririm demesi filmde kullanılmamış ve o sahne çok yüzeysel geçmiş.

karakter kendi kendine çok fazla konuşmuyor, bu iyi, yaratılan olağanüstü atmosfer filmin en büyük başarısı, kitab ve film biribirini destekliyor. iki ayrı açıdan bir hayata bakıyor insan, birinde bazı şeyler tam oturuyor, birinde düşüncenin ayrıntıları ve ruh hali saptanıyor.

filmin eksikleri var ve ben şuan anlıyorum ki on sene önce filmi anlamamakta haklıymışım.

23eylül 23:59

22 Eylül 2012 Cumartesi

Bizi Bunlara Maruz Bırakan Kim Varsa

Bizi Bunlara Maruz Bırakan Kim Varsa;

bizim yerimize karar veren, neyin yararlı neyin yasak olduğunu o kıt beyni badem bıyığıyla kafasına göre belirleyip uygulayan, topluma ders verirken en temel görevlerini, milletin standartlarını yerine getirmekten aciz amınakoduğumun çocukları;

bu ülkede hala otobüs durağında beklerken, minibüslerin insanların sinir sistemleriyle dalga geçercesine ve her gün  her saat her ana durakta hiç bitmeyen kornalarına,

tek şeritli yolun ortasında yüz metrede durup trafiği tıkamalarına, SES ÇIKARILMIYORSA,


hala elektrikler kesilebilirsa,

hala beyoğlunda (topu topu 2 dönüm cadde) yağmurlu günlerde bastığım yer karolarından sular fışkırıyorsa,

hala çukursuz, düzgün asfaltlı yol lüks sayılıyor, motorla yola çıkmaya çekiniyorsam

ben hala evime en az 3 vesaitle, en az 1 saatte gitmek zorundayken ve bunların her biri 2 tl iken

gece 11 den sonra acaba otobüs var mı, eve gidebilecek miyim diye düşünüyorsam,

toplum hafızasına sahip çıkılmıyor, insanların anılarında önemli yer tutan sinemalar, tiyatrolar kokoreçci oluyor, kapatılıyorsa

cami olmayan yerler ya camiye çevriliyor, ya ibadet dışı bırakılıyor, ya da bakımsızlıktan mısır koçhanı içinde bırakılıyorsa,

sanata, sanatçıya, sinemaya tiyatroya, tiyatro salonlarına konserlere, dizilere, filmlere müdahale ediliyor, içkiler, sigaralar mozaikleniyor, filmin görüntüsünün içine sıçılıyor, o kelimeler (bira) çok garip bir şeymiş gibi bipleniyor, (bu işlerin bakanı ne yrrak yiyosa o sırada)

ama buna karşılık hamaset, gösteriş, imaj ve yüzeysellik bu kadar prim yapıyor, bayrakla sancakla sevişen bir toplum yaratılıyorsa,

dininizden / mezhebinizden / cinsiyetinizden / ırkınızdan olmayanlardan en azından nefret ettiriyorsanız

SİZİN ANDINIZI bizim çocuklar her gün okumak zorunda bırakılıyorsa,

dilinizi hayatında ilk kez 7 yaşında duyan bir çocuğa verdiğiniz eğitimle, 2 yaşından beri bu dili konuşan çocuğa verdiğiniz eğitim aynıysa ve siz bu iki çocuğu aynı sınava sokup başarı sırası yapıyorsanız, 250 yıldır bu çocuğun memleketi bu sınavda sonuncu oluyor ve siz hala acaba neden, sorun nerede, demiyorsanız,

sonra o yatırım yapmadığınız, mahsülüne değer biçmediğiniz, çalıştıracak tesis kuradığınız, kazanmaya tenezzül etmediğiniz çocukların bir adidas ayakkabıya kanıp dağa çıktığını düşünecek kadar aptalsanız,

bütün sorunları, dertleri, pop şarkıcılarınızın yüzeyselliğiyle, dövmeli abazalarınızın çıkarcılarılığıyla değerlendirip bir ayakkabıya kanma sorunu olarak görüyorsanız

tarih çarptırılıyor, hep sizi haklı, mazlum, bağımsızlığına düşkün çıkarıyorsa,

hukuk, sınav, kadrolar hep sizin tarafınıza çalışıyorsa,

asker şehit mertebesine çıkarılırken, gerilla etkisiz hale getiriliyor, ağzını açmayanlara "kökenli kardeş" açanlara "hain pusu" "sözde" deniyorsa,

tek tip, basit, inceliksiz,arabesk, duygusallıktan uzak, pragmatik, çıkarcı, kahraman sevici ve imzasını orasına burası dövme olarak yaptırıcı, düşünmekten ve düşünmeye yönlendirecek herşeyden uzak bir nesil yetişiyorsa,

Bizi Bunlara Maruz Bırakan Kim Varsa en yumuşak tabirle ejdadını skiym.

2 Eylül 2012 Pazar

ay akparma kuçları

hayatımda duyduğum en garip şeydi,

savaşa karşı ses çıkar diye bağırıyordu cevval bir gönüllü organizasyoncu,

SAVAŞA KARŞI SES ÇIKAR
 ve binlerce insan ses çıkarıyordu

vuuuuhhheheeeeeeaaaaaaaaaaaaaaaaaiiiiiiiiuuuuuiiüüüüiiiiiiiiiooooooııııııııııııııııııııııııııı

savaşa karşı ses çıkar dedi yine,
topluluk yine heeeeeeiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiuuuuuuuuuuooooooooaaaaaaaaaaaaaa

bir daha dedi savaşa karşı ses çıakr diye, ben de katıldım, huuuuuuuuiiiiiiiiiiiiiiiiiiooooooooooooooooeeeeeeeeooooooooooaaaaaaa

sonra yanımdaki de katıldı,

binlerce kişi içinde ne diye bağırmak geliyorsa öyle bağırıyordu,
ne demek geliyorsa onu diyordu
o hengame de sevdiğini haykırsa duyulmazdı, arada kaynardı..

işte özgürlüğün tanımı buydu.(uu çok iddialı oldu)

2003 yılı barısarock'ındaydım, gitmeye karar veriş, neyle karşılaşacağını bilmemek, heyecan, ilk kez böyle bir festival görmenin şaşkınlığını daha önce konu etmiştim, rakip festivalden ruh farkıyla öndeydik, sahnesiyle övünenlere, karta yükleme yapanlara ve bir yıl bunu anlatacak olanlara savaşa karşı ses çıkararak verilen cevabı, orda binilen lunaparktan çok daha uzun zamanlar aklımda tutacak ve yıllarca etkisinde kalacaktım.

savaşa karşı bağırmanın kimin aklına geldiğini, tirübün solculuğundan farklı olarak, slogan atmamayı, marş söylememeyi, sadece bağırmayı nerden nasıl düşündüklerini, bu kadar basit bir özgürlüğün nasıl hayatımın geri kalan yıllarında hiç aklımdan çıkmayacağını, bazen bağcılarda karşıdan karşıya geçerken, bazen motor üstünde halk otobüsünü sollarken çıkarılan sesleri hep buraya bağlayacağımı, (bu cümleyi toparlayamicam galiba)

belli kuralları yok,
ritmik olmak zorunda değilsin
karşısın
sadece karşı olman bile yeter aslında
bazen insan birey olduğunu hatırlamak için parmak uçlarını hissetmeye çalışırmış,
senin bir sesin var, oyun var, fikrin var,
sadece ses çıkararak karşı dur,
istediğin sesli harfi yüksek sesle söylemekte özgürsün,
kimseyle birlikte başlamak zorunda değilsin,
sesin çıksın yeter.

sesin kısılana kadar bağır,
istediğin gibi bağır,

dünyanın en büyük keyfiydi savaşa karşı ses çıkarmak,

bir kez daha sesim kısılana kadar bağırasım var herşeye karşı, belki kadrolaşamıyoruz, rant sağlayamıyoruz, torpillerimiz yok, yeterli çoğunluk değiliz, en insancıl duyguları bile bu millete anlatamıyoruz ama ses çıakrıyoruz.

bunun hepsinden daha değerli olduğunu dank etmek on yılımı alsa da

29 Haziran 2012 Cuma

Ahmet Ümit

bütün kitaplarını okudum Ahmet Ümit'in, bazen çok beğendim bazen çok eleştirdim, ama ilk defa bir kitabından bu kadar nefret ediyorum,

son kitabı çıktığında çok sevindim,

bu sene ne verimli yıl oldu dedim kendi kendime, nuri bilge film çekti, kardeş türküler albüm çıkardı, demirkubuz film çekti, ahmet ümit kitap çıkardı, zaten başka bişey yok benim hayatımda bu dördünden gayrı.

kukla ile başlamıştım ilk, tuğla gibi kitaptı, baya da oluyor, bi on yılı vardıur heralde, içine çekti beni, sonra evde olan diğer kitaplarına sardım, sıraya koydum dönem dönem hepsini okudum, sonra yeni çıkanları aldım okudum, Patasana yı okurken doğu turu yapmaya karar verdiğimi ve kitabı olayın geçtiği antepte bitirdiğimi daha önce yazmıştım,

beyoğlu rapsodisini unutamıyorum, 5 yaşından beri müdavimi olduğum yer hakkında bu kadar bilgi, bu kadar müthiş bi hikaye ve katilin kendisi çıkması, orjinalliğin son noktası herhalde dedim,

istanbul hatırası da etki bırakan kitaplardandı bende, katili kitabın ortasındayken yanlışlıkla ekşi sözlükte hızla geçerken gördüm, beynimden vurulmuşa döndüm, keyfim kaçtı boğazım düğümlendi, ağlamak istedim, o kadar güzel gidiyordu ki, bi kaç yorum görmek istemiştim, ne bilim orospu çocuklarının açıkca "macit" yazacaklarını,

olayın döngüsü yine çok hoştu, bir polisiye olarak sorgulanan adamların bazılarının bişeyler gizlediği bazılarının  boş adam olduğunu çok iyi aktarıyordu. polisin de yanılmış olması gerçekçiliği arttırıyordu. fakat ilk baştan beri, yani ikinci kitabı okuduğumdan beri kafamı kemiren eleştirilerden kurtulamıyordum.

ahmet ümit'i ilk kez okuyan daima çok sever, ikinci jkez okuyan bazı benzerlikler bulur, üçüncü kjez okuyorsanız yazarın kıtlığını fazlasıyla hissedersiniz.

karakterlerin yeşil gözleri, kül rengi havalar, amerikan polisi gibi diyaloglar, flash tv dizisi kalitesinde yüz mimikleri, yüzeysel laflar, acılar, bi de gecenin ikisinde sabahtan beri ağzına bişey koymadığınıyeni farkeden yüzlerce kararkter, ama hiç biri o an yemek düşünecek halde olmuyor nedense.


o kadar çok uzatılşabilir ki bu, başkomser nevzat olabilecek en klişe türk karakterlerinden biri. mantıklı, kültürlü, mesleğe yıllarını vermiş, karısını ve çocuğunu işi yüzünden kaybetmiş, babacan, ama onu seven çok seviyor, esnafla arası çok iyi, istanbulun en filmografik yerinde oturuyor, karakterler hep babadan kalma 60 model araçlara biniyor. nevzatın europa sı var ama külüstür sınıfında değiştirmeye hevesi yok imajının yanısıra balattaki evi köşk gibi ama o satmıyor vs vs, tam bir perihan abla dizi modeli, bir de "ah afacan zamane çocukları" diye bakılan genç komser var, esmer güzeli diğer komser,

Çirkin kimse yok zaten, başroller hep yakışıklı,  karakterler hep mevki sahibi, doktor, avukat, mimar, profesör, dünyaca ünlü gazeteci, fotoğrafçı, aşırı zengin yakın arkadaş, uzun pardesüsüyle ıslak sokaklarda bir başına yürüyerek sigara içen kirli sakallı boşvermiş

diyalog olarak belki 3. sınıf bile denemez bu kitapların hiç birine, hikayeyi o kadar iyi toparlıyor, o kadar iyi dolandırıp, ayrıntıları öyle güzel kullanıyor ki bu zayıflık çok ön plana çıkmıyor. ama kesinlikle yardım almalı.

bazen okurken utandığımı bile söyleyebilirim,

sonra bir gün bir kitabına denk geldim ahmet ümit'in

radikal iki deki yazılarından uyarlanan incecik bişey; insan ruhunun haritası, öyle inanılmaz başladı, ruhu, duyguyu, güdüleri öyle muhteşem anlattı ki, bu diyalogları yazan adam böyle bir şeyi nasıl yazmış diye uzun uzun düşündüm.

başka bir gün küçük hikayelerden oluşan bir kitabını aldım, tek kelimeyle fiyaskoydu, katili baştan tahmin ediliyor, klişelerden oluşan olaylar artık sıkmaya başlıyordu ama onun özelliği uzun romancılık diye düşünüp çok önemsemedim.

ve son kitabına gelelim;

katili söylemicem, ipucu da vermicem ama çok ağır eleştirilerim olacak.


sultanı öldürmek sanırım çıktığı hafta aldığım mizah hariç ilk kitap,


özellikle ahmet ümiti baya yavaş okurum, biraz uğraşılsa bir günde biter çünkü sürükleyiciliğiyle, ama zevkine varmak hazmetmek gerektiğini düşünürüm hızlı okuma aptallığına inanmam.

kitabın ilk 20 sayfasını motorun tamirden çıkmasını beklerken bahariyede bir kafede, müthiş ılık bi esintiyle okumaya başladım, hakikaten kül rengi de bir havanın altında.

inanamadım.



böyle analizler. 60 yaşında bir adamın çocukluğundaki olayı o güne bağlayışı... hakkında söylenen laflar... sümsüklüğü... mecburen başarılı oluşu...utançları...çekinceleri...

hakikaten inanamadım, işte dedim beklediğime değdi, adam sonunda gerçekten yazmayı öğrendi, yok bu fazla oldu, zaten iyi yaptığı, ruh analizi kısmına yoğunluk vererek yüzeysellikten kurtuldu, o an orda bitiresim geldi kitabı,

derken bi köşk girdi işin içine, aha dedim

nüzhetin yeşil gözleri girdi, yapma dedim

anane yadigarı aile gerdanlığı girdi, hassiktir dedim

teyzesinin lafları girdi, babasının hayali girdi, mest oldum

arada bir sürü klişe ötesi rezillik oldu ama en beteri komserin tarih üzerine bilimsel konuşmalarıydı,

"aa toksikoloji incelemesi mi yapacaklar" ebenin amını yapıcaklar nevzat ebenin amını, nerden bilion lan toksikolojiyi, işte tam burda fırlatıp atasım geldi kitabı, nefret ettim, siktirsin gitsin dedim daha da okumam dedim, hepsi birleşti burda bardağı taşırdı diyebilirim.

bir diğer rahatsız eden nokta da şu, tarih ve günlük yaşamı daha önceki kitaplarında nisbeten çok iyi iç içe geçirmişti, bu kez "stivinın maceraları uzay boşluğuna seyahat eğlenelim öğrenelim" ayarında berbat bir bileşim olmuş,

o stresli anda bir fetih gezisine katılır. kafada hep aynı düşünceler. sonra bir başlar anlatmaya bambaşka bir dünya, bizimkiler diye bahseder, milliyetçi bi iki kişi çıkıp bişeyler sorar, tam bir 3. sınıf epik tiyatro.

hakikaten bu kadar rezil olabileceğini hiç düşünmemiştim, bu kadar nefret edeceğimi de.

şemste (bab-ı esrar) böyle olmamıştı, elif şafakın "aşk"ından sonra bunu okumuştum, karşılaştırmak için, iki romancı arasındaki farka hayret etmiştim, ahmet ümit açıkara çok iyiydi,

ama o esrarengiz bilgiler, sadece yerinde kullanılan kaynaklar, gizemli karakterler yerine, böyle bir şey öğrendim bi yerde kullanayımlar girince açıp bi tarih kitabı okumak daha mantıklı galiba.

daha da okumam
katil: temizlikçi

26 Mayıs 2012 Cumartesi

değişken ruh hali

dün finnandiyayla oynanan milli maçla jübile yapmış Rüştü.

en sevdiğim futbolculardan biridir. bir kayserispor maçında engin hem sakatlanmış hem de kırmızı kart görmüştü, levent enginin bacağını kırmıştı, 8 ay oynayamayacaktı, ondan sonra kaleye geçmişti rüştü, ilk geçtiğinde penaltı kullanılıyordu kariyerine gol yiyerek başladı.

çok iyi hatırlıyorum bu teeey ne zaman olan olayı onun için yazdım zaten, engine sor hatırlamaz böyle detaylı, seyrediodum o maçı, fil hafızası var bende, hem 8 ay oynayamıyo adam hem de nası kırmızı kart görüyo hala annamadım gerçi ama çok üzülmüştüm engin sakatlanınca ama rüştü onu geçti, gerçi volkan da onu geçti.

hem centilmen hem hırslı hem de çok iyi futbolcuydu rüştü, barcelonaya bile gitti, orda her topu içeri aldı ama olsun,


gerçi beşiktaştayken galassaraydan bilerek gol yiyip fenerin şampiyonluğunu engellemişti 2-3 sene önce ipne, hee bak bunu untmuştum, vay piç sktrsin gitsin. jübile neymiş

22 Mayıs 2012 Salı

futbol

herşeyin sorumlusu futbol galiba,
hep bu yensen de yenilsen , yağmur çamur edebiyatı, hakem yaktı gol vermedi haksız kart vs vs yüzünden objektifliğini yitirdi millet, körerdi... Giderek daha subjektif oldu, bunun ismi fanatiklik olunca renklere gönül vermek ayağına hoş görüldü, yani senin bir konuya etraflıca bakamaman, kendini merkeze koyarak bariz taraflı yorumlar yapıyor olman, "numara yapma kalk lan it" dediğin adamın bacağının kırıldığını 3 ay oynayamayacak olduğunu duyunca utanmıyor olman, insan olarak seni çok zedeledi.

futbol çok izlenmedi galiba, izlettirildi, elinde fotomaç ile gezmekten utanmayacak hale geldiğinde, postaya, sözcüye, zamana geçmesi zor olmadı, en basit yorumları beğenmesi futbolun körleştirdiği bir kafa yapısının sonucuydu aslında,

bir takımın fanatiği olmak yanlışlarını görmemeyi, hep haklı bulmayı ve bu da paralel evrende milliyetçilik idiotluğunu getirdi, bir insan herhangi bir şeyin milliyetçisi olmuşsa hayatı orda bitmiştir. yaşadığı coğrafyayla övünmek, doğuştan gelen herhangi bir durumun çok değerli olduğunu düşünmek, normal, sağlıklı bir insanın düşünebileceği bir şey değildir.

bir insana ancak doğumundan itibaren bir rengin diğerlerinden daha üstün olduğunu öğretirseniz, bu rengin hep çile çektiğini öğütlerseniz, aslında köklü ve soylu renkler olduklarını, bazı ırk büyüklerinin aynı renkleri sevdiğini bu yüzden gurur duyması gerektiğini anlatırsanız, bir zaman sonra aynı renkten, bir zaman sonra da aynı ırktan yakınlar edinir,

farklı ırkların onlara olan düşmanlığından, hep karşı tarafın hain, kendi taraflarının kahraman olduğundan, tarih boyunca bunun böyle olduğundan, kıskanıldığından, çekilemediklerinden, onların birlik olduğu kendilerinin hep yalnız olduklarından bahsedilirse;

hep hakkının yendiği, hep haklı olduğu, hep haksızlık yapıldığı masalları öğretilirse objektifliğini kaybeder, inandığının en doğru, tuttuğunun en başarılı, yaşadığı coğrafyanın en üstün, ve kendi ırk büyüğünün en ulu, soylu olduğuna inanır, yani gerizekalı olur.

fakat bir ülkede yüzde doksan böyle düşünüyoırsa, gerizekalı olduğunun bile farkında olmadan ölür,
ancak gerizekalı bir insan düşük seviyede yayınlardan ve yayımlardan hoşlanır, ancak gerizekalı bir insan ulu kabul edilen büyüğünün gözlerinin rengiyle övünebilir, fırlattığı okların açtığı yolda gösterdiği hedefe gideyim derken kendini ambulans arkasına takılırken bulur.

ikisinin de aynı mantık aynı çıkar savaşı olduğunu bile farkedemeden ölür.




25 Mart 2012 Pazar

benim burda ne işim var

günlerden haftanın en sevdiğim günü, kadıköy bahariyede gezmeyi en sevdiğim günün akşamı yani,

doblo tipi olup markası da doblo olan bir arabanın arka koltuğu yatırılmış olarak bagajında saklıyorum kendimi,

hintçe bir müzik kaydı çalıyor arabada, ön koltukta kadim, şoför mahallinde-ne kadar samimi olursa olsun ilk kez karşılaşmış gibi "kardeşim" diye hitap eden-bi adam.

arkada sigara içmek yasak kardeşim diyip kültablası uzattı demin, inceden acıyor galiba,

bu siirtliler hep koltuğu yakmış amına koyim diyor, sanki gavur malı diyor, bu derenin insanına akıl ermiyor diyor.

bacaklarımı içeri çekip hareketsiz yere kapaklı yatıyorum, sırtımla tam otomatik bir kahve otomatını da tutuyorum bi yandan, az önce ayak bastığım, ki o ayakla da daha önce burger kingin taksimdeki yalak gibi işenen tuvaletinden sızan çişe basmıştım, yere yatıyorum.

polis diyor taşıma için ceza kesebilir, arkada da adam olunca daha da sakat demeye getiriyor, köprüden geçerken meecbur yatıyoruz. sağ şeritteyiz trafik fena

Gerçi diyor benim yük taşıma ruhsatım var diyor, o sırada hiç üşenmiyor, torpidodan cüzdanını, cüzdanından iç kısımlardan kırmızı bir kartı çıkarıyor,

bak diyor ikimize de gösteriyor, kravatlı traşlı bir adam var kartta, sanki aslından ayırabilecekmişiz gibi bakıyoruz, gerçekten bu adamın da traşlı ve kravatlı olabilme ihtimali varmış, açık mavi montu çıkarmış halini bile düşünmek zor. Esnaf ve sanaatkarlar odasına kayıtlıyım diyor. sonra bu kartı sallayarak ergenekona kadar uzanabilecek bir hükümet eleştirisi başlıyor, herşey vergi diyor herşey vergi, illa öyle ya da böyle sikecekler diyor. şimdi ben bunu çıkarmışım diyor adam mobilyanı bile taşısan izin alıcaksın diyor diyor. önceki diyoru o diyor.

adam sessiz durmayı pek sevmiyor. gerçi biz de öyle, ümraniye sapağını geçtikten sonra şile yolunda motor üstünde havanın nasıl birden pat diye soğuduğundan konu açiym diyorum, bu konuyla pek ilgilenmiyor. buralar orman havasıyaa diyor geçiyor. zaten ben de demin iş uzarsa biraz bekleyebiliriz dediğim için konuyu değiştirmek için bunu söylediğimi belli etmek istemiyor üzerinde durmuyorum.

kardeş diyor arapça bilen var mı,
aha diyorum az evvel alevilerin eline silah almadığıyla övünen bu ırksal dost kurana bağlicak.
yani kulak aşinalığı var mı bi müzik var nece merak ediyorum diyor.

ses kaydı yapamadım video olarak aldım diyor. sallanan bir masa görüyorum yattığım yerden telefonun ekranında,
iki uzman gibi hafif telefona eğilmiş intronun geçmesini bekliyoruz ama introdan bile anlaşılıyor ve bariz hintçe bir şarkı başlıyor.

farsça da olabilir miş hintçe de diyor arapça mı bu diyor hakında konuştuktan sonra köprüye geliyor şarkının bitmesini bekliyorum.

önden vidyo olarak kaydedilmiş hintçe bir müzik doblonun arkasında sırtımla dizginlediğim bir tam otomatik kahve otomatı köprüde polis beni görmesin ek iş yaptığımı bilmesin diye olsa gerek saklanıyorum.

12. otomatı alıyoruz, satıcının eve gelmesi, aletin programlamasını bize öğretmesi derken baya bi beklettik, aslında çok borçluyuz bu adama, çok güzel makina aldık bu sefer, bi de bir kısmını web sitesiyle barter edince bardak tutan el şeklinde yapılmış sağ sol yapan ve bardağı kendi veren robotic mekanizmayla tokalaşasım geldi.

senin işler nasıl diyorum, benim işlerin hepsi altın olsa boşşş diyor, deredesin diyor..
konu değişiyor 5 yaşlından beri aşina olduğum yerle ilgili brifing alıyorum.
beyoğlunda 15 senem geçti, boşşş diyor, her sokağı bir ülke diyor, k yi fazla bastırıyor..

yine kendi gibi, k yi fazla bastıran 17 yaşlında bir çocuğu gelirken patakladığını anlatıyor. aaabi diyor ama üstüme çıkacak tehdit yani anlıyor musun diyor, siirtlilerin çocuğu, amcası da sınıf arkadaşım diyor.

k yı ne kadar bastırır ne kadar uzatırsa orta yaşlı için geçmişi o kadar karanlık, ergense geleceği o kadar bataklık gibi geliyor,

çok geçmiyor lisede silahla yakalanışını belinde silahın patlayışını anlatıyor, hemen arkasından bir siirtli eleştirisi daha geliyor, çocuklarına hiç sahip çıkmıyorlar diyor.

konudan kopuyorum otomatın geliri ne olur diye hesaplıyorum belki yüzüncü defa ve yüzüncü farklı sonucu çıkarıyorum, zibidi öndeki taksinin 35 cm kadar dibine 110km hızla giriyor benim motorla giremediğim aralardan geçiyor, adam işi biliyor diyorum ve kkkkkendi başına bi iş daha yapmanın keyfiyle arkaya biraz daha yaslanıyorum. ulan güzel makine be diyorum, tam otomatik,



3 Mart 2012 Cumartesi

dakikanın saatin katı olduğu müstesna zaman

saat 8:30...
Rabarba'nın orta yeri sinema diye bağırıyor bir adam.,
"pppıppaa"  diyor şampanya açıyor, niyorkta kuru soğuk mu olur diyor, 5:45 saat kuruyor, dontwöribihepinin başını ıslıkla çaldırıyor...

bu adamla yanımda oturan ukala kız sayesinde tanıştım.. bir buçuk yıl oldu, "ben sabahları onu dinliyorum, aaa duymadın mı "dedi,

hemen ertesi gün "duydum".

saniyesinde bayılmadım tabi. çabuk özümseyen bi adam diilim, alışmam kolay olmadı, ilk açtığımda serkan yılmaz vardı, aha dedim bizim tayfadan adamı çaarmış dinlenir bu, ama başta ne yalan söyliym komik gelmedi, daha doğrusu bu bendeki çekememezlik, kıskançlık, ne var bunda ben de yaparımcılıktı,

sonra ukalalığa taktım "yahu bu ne 2 yıl yurt dışında yaşamış gibi telaffuzlar feeaasstt fuut ne amke" dedim.

sonra hep aynı gibi geldi; fakat ilginçtir o sıra iş yerinde çok stresli olduğum bir dönemdi, ve her sabah aynı şeyleri duymak, bir gün önceki stresi hatırlatıyordu, resmen dinlerken geriliyordum, hele ki bi "hayat çikolata kutusu" cingılı vardı ki o çıkınca kulaklığı çıkarıyordum.

yaz geldi motorize oldum,biraz ara verdim.1-2 ay aradan sonra sanırım ağustos gibi tekrar başladım dinlemeye,
bu kez çok farklıydı. özellikle ilkerle olan programları kaydetmeye başladım, katıla katıla gülüyordum,

yolum uzun, hava soğuk trafik... geç kalmanın siniri, godaman saatinde işe giden maaşlı çalışan olmanın gerilimi...  8 den 9 buçuğa kadar 3 vesait yaparak, çoğu sabahlar Çamlıcayı(radyo cızırtılı çeker) baştan sona yürüyerek(trafik sebebiyle) itiş kakış bindiğim, tutunamadan gittiğim 11üs hattına ve daha bi çok şeye tek tahammülüm rabarba...

daha önce en son otra okulda barbaros uzunönel miydi tam hatırlamıyorum onu dinliyodum şahin radyoda, sonra okan bayülgen, sonra muzo,  sonra tabi yıllarca hiç radyo dinlemedim

Mesut Süre'nin blumberkte çıktığını çok geç öğrendim yutuptan açıp bakiym dedim, ses görüntü kombinasyonuna inanmadım, çok garip geldi, fakat ilginç bi şekilde o ukalalıktan uzak çok mülayim çok içten ve  çok yakın buldum, (2.01lik adamı nası yakın buluosam)

zamanla sadece onun değil konuklarının da; başta ilkerin, nurinin, firuzenin ve serkanın, melis taşanın, kemal ayçanın ece bozkayanın özlemin ömürün de bağımlısı oldum, pek bi sevdik, programa da çok yakıştıklarını düşünürüm hala,

türkçeyi kullanışından sayısal zekasına, cebinde hazır tuttuğu hikayelerden "ne desem '...leyim' diyeceksinlerine, bir kelimeden telefondakini tanıyan olağan üstü hafızasından sosyal içerikli mesajlarına, şive yapanı göndermesinden, basit şakaya mesafeli duruşuna kadar çok ayrı bir yeri var hem radyo kanalının hem yayın şeklinin hem de yayıncıların çoğunun.

siyaseten de aynı ideolojinin farklı çatallarında olmamız daha da yaklaştırıyor tabi, ben sadece izmiri onun kadar sevmiyorum, eskişehire bağlılığımız aynı, acaba sadece güldürmek ve insanların içini açmak zorunda olmadığı bir program yapsa nasıl olurdu diye merak ediyorum bi yandan.

politik bi program yapsa dış işleri bakanıuna 3 kere figaro dedirtir mi, ya da "şimdi de bizi zonguldaktan bir milletvekili arasın, yannız samsun mlletvekili arayıp da yannız ben zonguldak değilim de falan olmasın deli eylemeyin burda" der mi acaba?

küçük dinleyicilerle bile büyük gibi sohbet etmesi, günün sorusunu sorması ne kadar içten olduğunun bir ıspatı, komikliğinin ötesinde okan bayülgen tarzı var bence mesutta.

kendisi inkar etse de bişeyler değişiyor devamlı kulak vermediği ritim duygusu, çaresizce mp3 pleyıra geçmek, nazar etme nolur, kal sağlıcakla, haymana ovasına dönüşüyor, konukların günleri, ağırlanışları, 2li kombinasyonlar programa renk katıyor.

bu yazıyı geçen çarşamba nuri ve firuze yayına berbaer katılınca yazmaya karar verdim.
şimdiye kadar ki en iyi programdı.

zaman zaman o kadr twit atmak istiyorum mail atmak istiyorum ki, ama otobüste zor oluyor tabi tutunmak bile zorken başlan da yaz  da bin tane iş. twitim okununca da nası mutlu oluyorum belli değil.

he bi de bi keresinde çook önceden facebookta cevap vermeyince kızıp silmiştim, acaba yasaklılar listesine girmiş miyimdir diye merak ediyorum bi yandan, belki kendisi bunu okursa cezamızı 3 aya indirir diyorum.

aramaya da pek cesaretim yok bi kere denedim düşüremedim, geçen gün mahallenin muhtarlarının müziğini bilmeme rağmen aramayı çok isteyip cesaret edemedim bir kere arasam  gerisi gelicek gibi geliyor, belki zamanla bir nejat, bir selçuk, bir furkan bir edincik bir şebnem hatta bir hasan bir kubilay kaptan bile oluruz.

sabahın, günün, pazartesinin, ay sonunun, bitmeyen işterin, gelmeyen ödemelerin bütün stresini alan adama bir selam olsun bu yazı... ister 3. ödülü yerine koysun, isten 254 bininci dinleyici, isterse cezamızı 6 aya düşürsün..takdir onuın..

bitirtmemmmm...