23 Eylül 2012 Pazar

ANAYURT OTELİ

ne sağ ne ölü diyor kitabın arkasında... zorunlu olmayan herşeyi farkına bile varamayacağı yerde saklıyor yaşam zebercet'ten, sıkılmayı bile öğrenmemiş, yalnızca gerekeni yapıyor, kapıyı açtığında eski konağı dolduran ışık dışarda olabileceklerin ipucu olmuyor, ne kadar az yer tuttuğunun çok geç farkına varıyor. en ulaşılmaz gelenlerin neden ulaşılmaz olduğunu düşünüyor belki

Yusuf Atılgan'ın eseri olan anayurt oteli 1986 da ömer kavur tarafından filme uyarlandı, türk sineması furyasından ölümüne zevk aldığım yıllarda (lise zamanı) iki kez seyredip ısrarla anlamadığım bir filmdi Anayurt Oteli.

aylak aylak dolaştığım 1 eylül günü akşama doğrusunda mephisto'da ilk katta gördüm kitabı, kitap olduğunu bilmiyordum, bir türlü anlayamadığım ve içimde ukte kalan film geldi aklıma, hemen aldım.

ince bir kitaptı, elimdeki bitsin hemen okurum diye düşündüm, elimdeki bittikten sonra hemen başladım ama hemen bitiremedim.

ince ama her sayfası 7 polisiye roman sayfasına eşdeğer içerikteydi, kitap gerçekten filme alınması zor bir kitap, az evvel btirip filmi bir kez daha izledim.

Anayurt Oteli tam da filmdeki gibi bir karakterin, sıska, iyi giyimli, çekincen, mahçup bi adamın otel kapısının solundaki bankosunda ömrü geçerken, bir kadının gelip boş oda sormasıyla başlıyor.

kitap, otelle ilgili, zebercetle ilgili, temizlikçi kadınla ve kediyle ilgili genel tanımlamalarla başlıyor.

otele türlü sebeplerle, farklı profillerde insanlar geliyor, zebercet çok insan görüyor.

gelen kadınlardan birine duyduğu ilgi, onun daha sonra geleceğini söyleyip gelmemesi birden boşluğa düşürüyor onu. amaçsızlığa düşürüyor.

bir adamın zebercet'in 6 gündür dışarı çıkmamasını yadırgaması, işinin zor olduğunu söylemesiyle kafasına dank ediyor olabilir bu durum

dışarı çıkıyor. dışarıda kadını aramak, ya da onun gibi birini bulmak derdinde değil,

dışardaki yaşamın bankonun arkasında geçen hayatından ne kadar farklı olduğunu keşfediyor.
sonra farkedilmediğini anlıyor.

amaçsızlığı iyice yüzüne vuruyor, dışardaki hayatta farkedilmeyen, önemsenmeyen olduğu düşüncesi onu bişeyler yapmaya zorluyor,

düz ve gerekenin dışına çıkmayan saygılı diyaloglardan başka bir ilişkisi yok, temizlikçi kadınla sadece ihtiyacını görmek için girdiği ilişkilerde bile hiç bir tepki vermiyor kadın, bacaklarını ayırıp uyumaya devam ediyor.

dışarda farkedilmeye çalışıyor zebercet heyecan duymaya çalışıyor.

bıyığını kesiyor,
yalanlar söylüyor,
içki masalarında yandan gelen sohbetleri dinliyor.
horoz dövüşüne gidiyor.
bir erkeği otele çağırmayı bile düşünüyor.

amacı birşeyler yapmak belli ki,

hiç bir önem kazanmamış yaptığı hiç bir şey, annesi de önemsiz bi kadınmış, işlettiği, hayatının tek gerçeği olan otel de sahibinin sadece sigara parası aslında,

dışarıda kolay elde edilen ne varsa zebercet için çok zor.
ismi bile kimsede duymadığı, farkedilmeyen bir isim.
önemle yazdığı fişler karakolda okunmuyor hiç
mahkemeye bile çıkarmıyorlar, sorgulanacak kadar bile önem teşkil etmiyor.
herhangi bir yer kaplamıyor zebercet ve neyi bekliyorum diyor.



kısaca film ve kitap arasındaki farklara değinip bitiriym.

her sabah kapıyı açtığında ekranın çoğunu kaplayan ışık yönetmenin esere kattığı en önemli nokta, ayrıca karakter muhteşem yaratılmış, mekan seçimi olağanüstü,

fakat kitaptaki bazı duyguları desteklemek dışında filmin bir etkisi yok, çok yerde eksik, düz.

yusuf atılgan kitap boyunca olaysızlığı, olay ile anlatmış, çay içti, baktı, sordu, dışarı çıktı, yürüdü, sigara içti diye gidiyor kitap. işte bu düzlüğün kasveti, normalliğin, aşırısızlığın sıkıcılığı zebercetin hayatını oluşturuyor.

film böyle gidemez, "neden yazıyorum bunları" demesine gerek yok karakterin, yazdığı defteri karalayarak ve iterek bu duygu verilir.

oyuncular kitapta yazanın aynısını söylemiş, asla ekleme yapılmamış, çoğu repliği daha önce ben söyledim kitabı yeni okuduğum için,

sanki bu film Ömer Kavur'a bitirme ödevi olarak verilmiş de değişiklik yapamıyormuş gibi...

hatta kitapta okurken çok beğendiğim bir ayrıntı, zebercet'in yan masayı dinlerken yan masanın konuşmalarının bir önceki cümleden itibaren başlaması "...demiş abisine. o da almış silahını çıkmış" diye bir hikayeye kulak misafiri olması, filmde hikaye başından başlıyor ve çok kısa yer veriliyor.

ayrıca kestaneciye düşman olduğunu düşünmesi, ona söylemeye hazırlandığı bir sürü hakaret, hayalinde tokat atıp kaçma denemesi, kendisiyle girdiği düello, farkedilme hissiyatı, önemsenme ihtiyacı, kestanecinin aslında umrunda bile değilken, özgüvenini tatmin edercesine kestaneleri soyarsan 5 lira daha veririm demesi filmde kullanılmamış ve o sahne çok yüzeysel geçmiş.

karakter kendi kendine çok fazla konuşmuyor, bu iyi, yaratılan olağanüstü atmosfer filmin en büyük başarısı, kitab ve film biribirini destekliyor. iki ayrı açıdan bir hayata bakıyor insan, birinde bazı şeyler tam oturuyor, birinde düşüncenin ayrıntıları ve ruh hali saptanıyor.

filmin eksikleri var ve ben şuan anlıyorum ki on sene önce filmi anlamamakta haklıymışım.

23eylül 23:59

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder