yavuz sen ne ayaksın ya,
bi star bulmussun kendine şener şen diye biri, oyuncuya güvenip yazıosun filmi, ortalama çekiyosun, göklere çıkarılıyosun, yine parlak zamanında cem yılmazı alıyosun, veriosun cemli sahneyi, veriyosun kişisel büyük oyunculuğu kenarda durup stop diyosun.
yok o kadar değil tabi, yavuz fena adam değil, yaptığı iş itibariyle de yönetmen sineması yerine oyuncu sinemasına ağırlık vermesi de bi tercihtir, olur yani.
fakat ben diğer tarafı tercih ediyorum ve senin anlatmaya çalıştığın gibi o iş öyle sakal bırakmakla, fular takmakla yeni yüz bulmakla olmuyo.
1990da çektiği filme şuan tepki gösteriyorum, evet biraz geç kaldım.
madem ki kişisel blog filmi ilk izlediğim zamanı annatiym kısaca,
ilk filmimi çekiyordum o sıra, becerememekten, bir türlü organizasyonu yapamamaktan ağrılar girmişti karnıma, ne istesem tam olmuyordu, bin tane dertle uğraşıyordum, 19 yaşında falandım heralde, bu filmi görmüştüm trt 2 de, bir adam film çekerken milyon tane aksilikle uğraşıyor. sonunda çekiyor ama beğenilmiyordu, kendimi bulmuştum filmde, haşmet asilkan bendim, dün gece nerden estiyse tekrar izlemek istedim filmi, film aklımda kaldığı kadar iyi değildi.
aşk filmlerinin unutulmaz yönetmeni, haşmet asilkan.
yıllarca kim meşur olmuşsa, şarkıcı-türkücü kim popülerse onun filmini neredeyse aynı konu üzerinden çekmiş, hep ağlamaklı hep dramlı filmlerde aynı kişilere rol vermiş, gişesi kesin, senaryosu belli deneyselliği sıfır işlerle, sadece teknikten anlayıp yönetmenim diye geçinmiş bir adam haşmet asilkan.
yavuz turgulun bir karakteri,
ortaokul terk, kunduracı bi adamın mümin adındaki oğlu, sonra oyuncu olurum belki diyip piyasaya ismini değiştirerek girmiş.
ayna karşısında takıyor fuları, kirli sakalı bırakıp evi kitap doduruyor. yeni tanıştıklarına 12 eylül mağduru olduğunu, kitaplarının bi o kadarının da toplandığını, galatasaray mezunu olduğunu, içerde çok işkence gördüğünü söylüyor, politik kitapların arkasında kerime nadir saklıyor, klasik müzik dinliyor.
bu kadar kara mizah mıdır acaba türk sinemasının deneysel yönetmenleri ve elle tutulur işler yapan zaten az sayıdaki adamların hayatı,
ya da bunları eleştirecek adam yavuz turgul mudur, şimdi ttnet reklamlarıyla maymuna çevrilen şener şen midir.
toplumdaki "şener şen varsa iyidir" "en iyi oyuncudur" "büyük ustadır" klişeleri bunun en büyük örneği, hakikaten şener şen çok büyük oyuncudur, en iyisi de olabilir, aksini düşünmüyorum, ama oyunculuk denen işi tekdüzeliğe indirgeyip sonra da en iyisini size pazarlananlar üzerinden seçerseniz başka kimseyi bulamazsınız zaten.
film deneyselliğe darbe indiriyor esasında, içinde terörist geçen senaryoları, çok normal bir şeymiş gibi oynuyorlar deme faşistliğinin kara mizahını yapıyor içten içe.
filmde adam "halkıma borcum var" diyor, yer yer eli silahlı adamı haklı çıkarıyor, "işte deneyseller bu zırvalarla yeşilçamın emektarlarına iş vermiyor, işleri de ters gidiyor, halk da bunları zaten beğenmiyor" diyor.
bu sadece işleri ters giden bir adamın tutunma çabası değil, garanti iş yapmazsanız, içine türkücü, star ve aşk koymazsanız, bu halk sizi beğenmez diyor kısaca,
bu durumlar eleştirilebilir evet, ama bunları şener şen üzerinden, müjde ar üzerinden cem yılmaz üzerinden ün yapan, standartların ötesine hiç çıkamamamış dümdüz bir yönetmen mi eleştirmelidir.
kaldı ki halkın duyduğu ilgi filmin gerçekten iyi ya da kötü olduğunun bir göstergesi midir.
her şeye olduğu gibi sinemaya da benzer yüzeysellikte bakan halka, sadece istediklerini veren, göstermek istediklerini gösteren, köylü milletin efendisi vurgusuyla kıç yalayıcılığında engel tanımayan, gözüne sokan anlatımlarla tüm zeka düzeylerini, tüm entelektüel birimleri, tüm genel kültürleri aynı seviyeye indirgeyen keyifli/ağlak 2 saat geçirmekten öteye gidemeyen klişe filmleri, rüzgarıun esiş yönüne göre sahneye en bilindik etnik sanatçıyı çıkarıp, en bilindik türküsünü söyleterek, aslında onlarda da iyi insanlar var lütfetmeleriyle yönetmen olunmuyor yavuz.
son yaptığın filmlere bak,
eşkiya'nın hepimiz için ayrı bir yeri vardır, eleştiremem,
muhsin bey senin olduğuna inanamayacağım kadar iyidir, ayrıca bunlarda uğur yücel etkisi de vardır,
ama
gönül yarası,
kabadayı,
av mevsimi nedir?
bu kadar klişe konularla, güzelliği tescillenmiş, filmi satacak kızlardan, oyunculuğu embesil halk tarafından onanmış kart heriflerden, tamamen alıştığın yöntemlerle, bildiğin ezberlediğin, hiç sıkılmadan aynı şeyleri tekrar tekrar yaptığın filmografinle, sen mi türk sinemasının 3-5 tane "denemeyi" akıl etmiş, söyleyecek sözleri olan yönetmenlerini eleştireceksin.
senin ne gelir gider endişen var artık ne de şakşakçı endişen, şener şen sayesinde voliyi vurmuşsundur, yaşın da epey oldu, fuları tak çık bi dene bakalım bu işler o kadar kolay mıymış.
sevgilerle
30 Eylül 2012 Pazar
23 Eylül 2012 Pazar
ANAYURT OTELİ
ne sağ ne ölü diyor kitabın arkasında... zorunlu olmayan herşeyi farkına bile varamayacağı yerde saklıyor yaşam zebercet'ten, sıkılmayı bile öğrenmemiş, yalnızca gerekeni yapıyor, kapıyı açtığında eski konağı dolduran ışık dışarda olabileceklerin ipucu olmuyor, ne kadar az yer tuttuğunun çok geç farkına varıyor. en ulaşılmaz gelenlerin neden ulaşılmaz olduğunu düşünüyor belki
Yusuf Atılgan'ın eseri olan anayurt oteli 1986 da ömer kavur tarafından filme uyarlandı, türk sineması furyasından ölümüne zevk aldığım yıllarda (lise zamanı) iki kez seyredip ısrarla anlamadığım bir filmdi Anayurt Oteli.
aylak aylak dolaştığım 1 eylül günü akşama doğrusunda mephisto'da ilk katta gördüm kitabı, kitap olduğunu bilmiyordum, bir türlü anlayamadığım ve içimde ukte kalan film geldi aklıma, hemen aldım.
ince bir kitaptı, elimdeki bitsin hemen okurum diye düşündüm, elimdeki bittikten sonra hemen başladım ama hemen bitiremedim.
ince ama her sayfası 7 polisiye roman sayfasına eşdeğer içerikteydi, kitap gerçekten filme alınması zor bir kitap, az evvel btirip filmi bir kez daha izledim.
Anayurt Oteli tam da filmdeki gibi bir karakterin, sıska, iyi giyimli, çekincen, mahçup bi adamın otel kapısının solundaki bankosunda ömrü geçerken, bir kadının gelip boş oda sormasıyla başlıyor.
kitap, otelle ilgili, zebercetle ilgili, temizlikçi kadınla ve kediyle ilgili genel tanımlamalarla başlıyor.
otele türlü sebeplerle, farklı profillerde insanlar geliyor, zebercet çok insan görüyor.
gelen kadınlardan birine duyduğu ilgi, onun daha sonra geleceğini söyleyip gelmemesi birden boşluğa düşürüyor onu. amaçsızlığa düşürüyor.
bir adamın zebercet'in 6 gündür dışarı çıkmamasını yadırgaması, işinin zor olduğunu söylemesiyle kafasına dank ediyor olabilir bu durum
dışarı çıkıyor. dışarıda kadını aramak, ya da onun gibi birini bulmak derdinde değil,
dışardaki yaşamın bankonun arkasında geçen hayatından ne kadar farklı olduğunu keşfediyor.
sonra farkedilmediğini anlıyor.
amaçsızlığı iyice yüzüne vuruyor, dışardaki hayatta farkedilmeyen, önemsenmeyen olduğu düşüncesi onu bişeyler yapmaya zorluyor,
düz ve gerekenin dışına çıkmayan saygılı diyaloglardan başka bir ilişkisi yok, temizlikçi kadınla sadece ihtiyacını görmek için girdiği ilişkilerde bile hiç bir tepki vermiyor kadın, bacaklarını ayırıp uyumaya devam ediyor.
dışarda farkedilmeye çalışıyor zebercet heyecan duymaya çalışıyor.
bıyığını kesiyor,
yalanlar söylüyor,
içki masalarında yandan gelen sohbetleri dinliyor.
horoz dövüşüne gidiyor.
bir erkeği otele çağırmayı bile düşünüyor.
amacı birşeyler yapmak belli ki,
hiç bir önem kazanmamış yaptığı hiç bir şey, annesi de önemsiz bi kadınmış, işlettiği, hayatının tek gerçeği olan otel de sahibinin sadece sigara parası aslında,
dışarıda kolay elde edilen ne varsa zebercet için çok zor.
ismi bile kimsede duymadığı, farkedilmeyen bir isim.
önemle yazdığı fişler karakolda okunmuyor hiç
mahkemeye bile çıkarmıyorlar, sorgulanacak kadar bile önem teşkil etmiyor.
herhangi bir yer kaplamıyor zebercet ve neyi bekliyorum diyor.
kısaca film ve kitap arasındaki farklara değinip bitiriym.
her sabah kapıyı açtığında ekranın çoğunu kaplayan ışık yönetmenin esere kattığı en önemli nokta, ayrıca karakter muhteşem yaratılmış, mekan seçimi olağanüstü,
fakat kitaptaki bazı duyguları desteklemek dışında filmin bir etkisi yok, çok yerde eksik, düz.
yusuf atılgan kitap boyunca olaysızlığı, olay ile anlatmış, çay içti, baktı, sordu, dışarı çıktı, yürüdü, sigara içti diye gidiyor kitap. işte bu düzlüğün kasveti, normalliğin, aşırısızlığın sıkıcılığı zebercetin hayatını oluşturuyor.
film böyle gidemez, "neden yazıyorum bunları" demesine gerek yok karakterin, yazdığı defteri karalayarak ve iterek bu duygu verilir.
oyuncular kitapta yazanın aynısını söylemiş, asla ekleme yapılmamış, çoğu repliği daha önce ben söyledim kitabı yeni okuduğum için,
sanki bu film Ömer Kavur'a bitirme ödevi olarak verilmiş de değişiklik yapamıyormuş gibi...
hatta kitapta okurken çok beğendiğim bir ayrıntı, zebercet'in yan masayı dinlerken yan masanın konuşmalarının bir önceki cümleden itibaren başlaması "...demiş abisine. o da almış silahını çıkmış" diye bir hikayeye kulak misafiri olması, filmde hikaye başından başlıyor ve çok kısa yer veriliyor.
ayrıca kestaneciye düşman olduğunu düşünmesi, ona söylemeye hazırlandığı bir sürü hakaret, hayalinde tokat atıp kaçma denemesi, kendisiyle girdiği düello, farkedilme hissiyatı, önemsenme ihtiyacı, kestanecinin aslında umrunda bile değilken, özgüvenini tatmin edercesine kestaneleri soyarsan 5 lira daha veririm demesi filmde kullanılmamış ve o sahne çok yüzeysel geçmiş.
karakter kendi kendine çok fazla konuşmuyor, bu iyi, yaratılan olağanüstü atmosfer filmin en büyük başarısı, kitab ve film biribirini destekliyor. iki ayrı açıdan bir hayata bakıyor insan, birinde bazı şeyler tam oturuyor, birinde düşüncenin ayrıntıları ve ruh hali saptanıyor.
filmin eksikleri var ve ben şuan anlıyorum ki on sene önce filmi anlamamakta haklıymışım.
23eylül 23:59
Yusuf Atılgan'ın eseri olan anayurt oteli 1986 da ömer kavur tarafından filme uyarlandı, türk sineması furyasından ölümüne zevk aldığım yıllarda (lise zamanı) iki kez seyredip ısrarla anlamadığım bir filmdi Anayurt Oteli.
aylak aylak dolaştığım 1 eylül günü akşama doğrusunda mephisto'da ilk katta gördüm kitabı, kitap olduğunu bilmiyordum, bir türlü anlayamadığım ve içimde ukte kalan film geldi aklıma, hemen aldım.
ince bir kitaptı, elimdeki bitsin hemen okurum diye düşündüm, elimdeki bittikten sonra hemen başladım ama hemen bitiremedim.
ince ama her sayfası 7 polisiye roman sayfasına eşdeğer içerikteydi, kitap gerçekten filme alınması zor bir kitap, az evvel btirip filmi bir kez daha izledim.
Anayurt Oteli tam da filmdeki gibi bir karakterin, sıska, iyi giyimli, çekincen, mahçup bi adamın otel kapısının solundaki bankosunda ömrü geçerken, bir kadının gelip boş oda sormasıyla başlıyor.
kitap, otelle ilgili, zebercetle ilgili, temizlikçi kadınla ve kediyle ilgili genel tanımlamalarla başlıyor.
otele türlü sebeplerle, farklı profillerde insanlar geliyor, zebercet çok insan görüyor.
gelen kadınlardan birine duyduğu ilgi, onun daha sonra geleceğini söyleyip gelmemesi birden boşluğa düşürüyor onu. amaçsızlığa düşürüyor.
bir adamın zebercet'in 6 gündür dışarı çıkmamasını yadırgaması, işinin zor olduğunu söylemesiyle kafasına dank ediyor olabilir bu durum
dışarı çıkıyor. dışarıda kadını aramak, ya da onun gibi birini bulmak derdinde değil,
dışardaki yaşamın bankonun arkasında geçen hayatından ne kadar farklı olduğunu keşfediyor.
sonra farkedilmediğini anlıyor.
amaçsızlığı iyice yüzüne vuruyor, dışardaki hayatta farkedilmeyen, önemsenmeyen olduğu düşüncesi onu bişeyler yapmaya zorluyor,
düz ve gerekenin dışına çıkmayan saygılı diyaloglardan başka bir ilişkisi yok, temizlikçi kadınla sadece ihtiyacını görmek için girdiği ilişkilerde bile hiç bir tepki vermiyor kadın, bacaklarını ayırıp uyumaya devam ediyor.
dışarda farkedilmeye çalışıyor zebercet heyecan duymaya çalışıyor.
bıyığını kesiyor,
yalanlar söylüyor,
içki masalarında yandan gelen sohbetleri dinliyor.
horoz dövüşüne gidiyor.
bir erkeği otele çağırmayı bile düşünüyor.
amacı birşeyler yapmak belli ki,
hiç bir önem kazanmamış yaptığı hiç bir şey, annesi de önemsiz bi kadınmış, işlettiği, hayatının tek gerçeği olan otel de sahibinin sadece sigara parası aslında,
dışarıda kolay elde edilen ne varsa zebercet için çok zor.
ismi bile kimsede duymadığı, farkedilmeyen bir isim.
önemle yazdığı fişler karakolda okunmuyor hiç
mahkemeye bile çıkarmıyorlar, sorgulanacak kadar bile önem teşkil etmiyor.
herhangi bir yer kaplamıyor zebercet ve neyi bekliyorum diyor.
kısaca film ve kitap arasındaki farklara değinip bitiriym.
her sabah kapıyı açtığında ekranın çoğunu kaplayan ışık yönetmenin esere kattığı en önemli nokta, ayrıca karakter muhteşem yaratılmış, mekan seçimi olağanüstü,
fakat kitaptaki bazı duyguları desteklemek dışında filmin bir etkisi yok, çok yerde eksik, düz.
yusuf atılgan kitap boyunca olaysızlığı, olay ile anlatmış, çay içti, baktı, sordu, dışarı çıktı, yürüdü, sigara içti diye gidiyor kitap. işte bu düzlüğün kasveti, normalliğin, aşırısızlığın sıkıcılığı zebercetin hayatını oluşturuyor.
film böyle gidemez, "neden yazıyorum bunları" demesine gerek yok karakterin, yazdığı defteri karalayarak ve iterek bu duygu verilir.
oyuncular kitapta yazanın aynısını söylemiş, asla ekleme yapılmamış, çoğu repliği daha önce ben söyledim kitabı yeni okuduğum için,
sanki bu film Ömer Kavur'a bitirme ödevi olarak verilmiş de değişiklik yapamıyormuş gibi...
hatta kitapta okurken çok beğendiğim bir ayrıntı, zebercet'in yan masayı dinlerken yan masanın konuşmalarının bir önceki cümleden itibaren başlaması "...demiş abisine. o da almış silahını çıkmış" diye bir hikayeye kulak misafiri olması, filmde hikaye başından başlıyor ve çok kısa yer veriliyor.
ayrıca kestaneciye düşman olduğunu düşünmesi, ona söylemeye hazırlandığı bir sürü hakaret, hayalinde tokat atıp kaçma denemesi, kendisiyle girdiği düello, farkedilme hissiyatı, önemsenme ihtiyacı, kestanecinin aslında umrunda bile değilken, özgüvenini tatmin edercesine kestaneleri soyarsan 5 lira daha veririm demesi filmde kullanılmamış ve o sahne çok yüzeysel geçmiş.
karakter kendi kendine çok fazla konuşmuyor, bu iyi, yaratılan olağanüstü atmosfer filmin en büyük başarısı, kitab ve film biribirini destekliyor. iki ayrı açıdan bir hayata bakıyor insan, birinde bazı şeyler tam oturuyor, birinde düşüncenin ayrıntıları ve ruh hali saptanıyor.
filmin eksikleri var ve ben şuan anlıyorum ki on sene önce filmi anlamamakta haklıymışım.
23eylül 23:59
22 Eylül 2012 Cumartesi
Bizi Bunlara Maruz Bırakan Kim Varsa
Bizi Bunlara Maruz Bırakan Kim Varsa;
bizim yerimize karar veren, neyin yararlı neyin yasak olduğunu o kıt beyni badem bıyığıyla kafasına göre belirleyip uygulayan, topluma ders verirken en temel görevlerini, milletin standartlarını yerine getirmekten aciz amınakoduğumun çocukları;
bu ülkede hala otobüs durağında beklerken, minibüslerin insanların sinir sistemleriyle dalga geçercesine ve her gün her saat her ana durakta hiç bitmeyen kornalarına,
tek şeritli yolun ortasında yüz metrede durup trafiği tıkamalarına, SES ÇIKARILMIYORSA,
hala elektrikler kesilebilirsa,
hala beyoğlunda (topu topu 2 dönüm cadde) yağmurlu günlerde bastığım yer karolarından sular fışkırıyorsa,
hala çukursuz, düzgün asfaltlı yol lüks sayılıyor, motorla yola çıkmaya çekiniyorsam
ben hala evime en az 3 vesaitle, en az 1 saatte gitmek zorundayken ve bunların her biri 2 tl iken
gece 11 den sonra acaba otobüs var mı, eve gidebilecek miyim diye düşünüyorsam,
toplum hafızasına sahip çıkılmıyor, insanların anılarında önemli yer tutan sinemalar, tiyatrolar kokoreçci oluyor, kapatılıyorsa
cami olmayan yerler ya camiye çevriliyor, ya ibadet dışı bırakılıyor, ya da bakımsızlıktan mısır koçhanı içinde bırakılıyorsa,
sanata, sanatçıya, sinemaya tiyatroya, tiyatro salonlarına konserlere, dizilere, filmlere müdahale ediliyor, içkiler, sigaralar mozaikleniyor, filmin görüntüsünün içine sıçılıyor, o kelimeler (bira) çok garip bir şeymiş gibi bipleniyor, (bu işlerin bakanı ne yrrak yiyosa o sırada)
ama buna karşılık hamaset, gösteriş, imaj ve yüzeysellik bu kadar prim yapıyor, bayrakla sancakla sevişen bir toplum yaratılıyorsa,
dininizden / mezhebinizden / cinsiyetinizden / ırkınızdan olmayanlardan en azından nefret ettiriyorsanız
SİZİN ANDINIZI bizim çocuklar her gün okumak zorunda bırakılıyorsa,
dilinizi hayatında ilk kez 7 yaşında duyan bir çocuğa verdiğiniz eğitimle, 2 yaşından beri bu dili konuşan çocuğa verdiğiniz eğitim aynıysa ve siz bu iki çocuğu aynı sınava sokup başarı sırası yapıyorsanız, 250 yıldır bu çocuğun memleketi bu sınavda sonuncu oluyor ve siz hala acaba neden, sorun nerede, demiyorsanız,
sonra o yatırım yapmadığınız, mahsülüne değer biçmediğiniz, çalıştıracak tesis kuradığınız, kazanmaya tenezzül etmediğiniz çocukların bir adidas ayakkabıya kanıp dağa çıktığını düşünecek kadar aptalsanız,
bütün sorunları, dertleri, pop şarkıcılarınızın yüzeyselliğiyle, dövmeli abazalarınızın çıkarcılarılığıyla değerlendirip bir ayakkabıya kanma sorunu olarak görüyorsanız
tarih çarptırılıyor, hep sizi haklı, mazlum, bağımsızlığına düşkün çıkarıyorsa,
hukuk, sınav, kadrolar hep sizin tarafınıza çalışıyorsa,
asker şehit mertebesine çıkarılırken, gerilla etkisiz hale getiriliyor, ağzını açmayanlara "kökenli kardeş" açanlara "hain pusu" "sözde" deniyorsa,
tek tip, basit, inceliksiz,arabesk, duygusallıktan uzak, pragmatik, çıkarcı, kahraman sevici ve imzasını orasına burası dövme olarak yaptırıcı, düşünmekten ve düşünmeye yönlendirecek herşeyden uzak bir nesil yetişiyorsa,
Bizi Bunlara Maruz Bırakan Kim Varsa en yumuşak tabirle ejdadını skiym.
bizim yerimize karar veren, neyin yararlı neyin yasak olduğunu o kıt beyni badem bıyığıyla kafasına göre belirleyip uygulayan, topluma ders verirken en temel görevlerini, milletin standartlarını yerine getirmekten aciz amınakoduğumun çocukları;
bu ülkede hala otobüs durağında beklerken, minibüslerin insanların sinir sistemleriyle dalga geçercesine ve her gün her saat her ana durakta hiç bitmeyen kornalarına,
tek şeritli yolun ortasında yüz metrede durup trafiği tıkamalarına, SES ÇIKARILMIYORSA,
hala elektrikler kesilebilirsa,
hala beyoğlunda (topu topu 2 dönüm cadde) yağmurlu günlerde bastığım yer karolarından sular fışkırıyorsa,
hala çukursuz, düzgün asfaltlı yol lüks sayılıyor, motorla yola çıkmaya çekiniyorsam
ben hala evime en az 3 vesaitle, en az 1 saatte gitmek zorundayken ve bunların her biri 2 tl iken
gece 11 den sonra acaba otobüs var mı, eve gidebilecek miyim diye düşünüyorsam,
toplum hafızasına sahip çıkılmıyor, insanların anılarında önemli yer tutan sinemalar, tiyatrolar kokoreçci oluyor, kapatılıyorsa
cami olmayan yerler ya camiye çevriliyor, ya ibadet dışı bırakılıyor, ya da bakımsızlıktan mısır koçhanı içinde bırakılıyorsa,
sanata, sanatçıya, sinemaya tiyatroya, tiyatro salonlarına konserlere, dizilere, filmlere müdahale ediliyor, içkiler, sigaralar mozaikleniyor, filmin görüntüsünün içine sıçılıyor, o kelimeler (bira) çok garip bir şeymiş gibi bipleniyor, (bu işlerin bakanı ne yrrak yiyosa o sırada)
ama buna karşılık hamaset, gösteriş, imaj ve yüzeysellik bu kadar prim yapıyor, bayrakla sancakla sevişen bir toplum yaratılıyorsa,
dininizden / mezhebinizden / cinsiyetinizden / ırkınızdan olmayanlardan en azından nefret ettiriyorsanız
SİZİN ANDINIZI bizim çocuklar her gün okumak zorunda bırakılıyorsa,
dilinizi hayatında ilk kez 7 yaşında duyan bir çocuğa verdiğiniz eğitimle, 2 yaşından beri bu dili konuşan çocuğa verdiğiniz eğitim aynıysa ve siz bu iki çocuğu aynı sınava sokup başarı sırası yapıyorsanız, 250 yıldır bu çocuğun memleketi bu sınavda sonuncu oluyor ve siz hala acaba neden, sorun nerede, demiyorsanız,
sonra o yatırım yapmadığınız, mahsülüne değer biçmediğiniz, çalıştıracak tesis kuradığınız, kazanmaya tenezzül etmediğiniz çocukların bir adidas ayakkabıya kanıp dağa çıktığını düşünecek kadar aptalsanız,
bütün sorunları, dertleri, pop şarkıcılarınızın yüzeyselliğiyle, dövmeli abazalarınızın çıkarcılarılığıyla değerlendirip bir ayakkabıya kanma sorunu olarak görüyorsanız
tarih çarptırılıyor, hep sizi haklı, mazlum, bağımsızlığına düşkün çıkarıyorsa,
hukuk, sınav, kadrolar hep sizin tarafınıza çalışıyorsa,
asker şehit mertebesine çıkarılırken, gerilla etkisiz hale getiriliyor, ağzını açmayanlara "kökenli kardeş" açanlara "hain pusu" "sözde" deniyorsa,
tek tip, basit, inceliksiz,arabesk, duygusallıktan uzak, pragmatik, çıkarcı, kahraman sevici ve imzasını orasına burası dövme olarak yaptırıcı, düşünmekten ve düşünmeye yönlendirecek herşeyden uzak bir nesil yetişiyorsa,
Bizi Bunlara Maruz Bırakan Kim Varsa en yumuşak tabirle ejdadını skiym.
2 Eylül 2012 Pazar
ay akparma kuçları
hayatımda duyduğum en garip şeydi,
savaşa karşı ses çıkar diye bağırıyordu cevval bir gönüllü organizasyoncu,
SAVAŞA KARŞI SES ÇIKAR
ve binlerce insan ses çıkarıyordu
vuuuuhhheheeeeeeaaaaaaaaaaaaaaaaaiiiiiiiiuuuuuiiüüüüiiiiiiiiiooooooııııııııııııııııııııııııııı
savaşa karşı ses çıkar dedi yine,
topluluk yine heeeeeeiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiuuuuuuuuuuooooooooaaaaaaaaaaaaaa
bir daha dedi savaşa karşı ses çıakr diye, ben de katıldım, huuuuuuuuiiiiiiiiiiiiiiiiiiooooooooooooooooeeeeeeeeooooooooooaaaaaaa
sonra yanımdaki de katıldı,
binlerce kişi içinde ne diye bağırmak geliyorsa öyle bağırıyordu,
ne demek geliyorsa onu diyordu
o hengame de sevdiğini haykırsa duyulmazdı, arada kaynardı..
işte özgürlüğün tanımı buydu.(uu çok iddialı oldu)
2003 yılı barısarock'ındaydım, gitmeye karar veriş, neyle karşılaşacağını bilmemek, heyecan, ilk kez böyle bir festival görmenin şaşkınlığını daha önce konu etmiştim, rakip festivalden ruh farkıyla öndeydik, sahnesiyle övünenlere, karta yükleme yapanlara ve bir yıl bunu anlatacak olanlara savaşa karşı ses çıkararak verilen cevabı, orda binilen lunaparktan çok daha uzun zamanlar aklımda tutacak ve yıllarca etkisinde kalacaktım.
savaşa karşı bağırmanın kimin aklına geldiğini, tirübün solculuğundan farklı olarak, slogan atmamayı, marş söylememeyi, sadece bağırmayı nerden nasıl düşündüklerini, bu kadar basit bir özgürlüğün nasıl hayatımın geri kalan yıllarında hiç aklımdan çıkmayacağını, bazen bağcılarda karşıdan karşıya geçerken, bazen motor üstünde halk otobüsünü sollarken çıkarılan sesleri hep buraya bağlayacağımı, (bu cümleyi toparlayamicam galiba)
belli kuralları yok,
ritmik olmak zorunda değilsin
karşısın
sadece karşı olman bile yeter aslında
bazen insan birey olduğunu hatırlamak için parmak uçlarını hissetmeye çalışırmış,
senin bir sesin var, oyun var, fikrin var,
sadece ses çıkararak karşı dur,
istediğin sesli harfi yüksek sesle söylemekte özgürsün,
kimseyle birlikte başlamak zorunda değilsin,
sesin çıksın yeter.
sesin kısılana kadar bağır,
istediğin gibi bağır,
dünyanın en büyük keyfiydi savaşa karşı ses çıkarmak,
bir kez daha sesim kısılana kadar bağırasım var herşeye karşı, belki kadrolaşamıyoruz, rant sağlayamıyoruz, torpillerimiz yok, yeterli çoğunluk değiliz, en insancıl duyguları bile bu millete anlatamıyoruz ama ses çıakrıyoruz.
bunun hepsinden daha değerli olduğunu dank etmek on yılımı alsa da
savaşa karşı ses çıkar diye bağırıyordu cevval bir gönüllü organizasyoncu,
SAVAŞA KARŞI SES ÇIKAR
ve binlerce insan ses çıkarıyordu
vuuuuhhheheeeeeeaaaaaaaaaaaaaaaaaiiiiiiiiuuuuuiiüüüüiiiiiiiiiooooooııııııııııııııııııııııııııı
savaşa karşı ses çıkar dedi yine,
topluluk yine heeeeeeiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiuuuuuuuuuuooooooooaaaaaaaaaaaaaa
bir daha dedi savaşa karşı ses çıakr diye, ben de katıldım, huuuuuuuuiiiiiiiiiiiiiiiiiiooooooooooooooooeeeeeeeeooooooooooaaaaaaa
sonra yanımdaki de katıldı,
binlerce kişi içinde ne diye bağırmak geliyorsa öyle bağırıyordu,
ne demek geliyorsa onu diyordu
o hengame de sevdiğini haykırsa duyulmazdı, arada kaynardı..
işte özgürlüğün tanımı buydu.(uu çok iddialı oldu)
2003 yılı barısarock'ındaydım, gitmeye karar veriş, neyle karşılaşacağını bilmemek, heyecan, ilk kez böyle bir festival görmenin şaşkınlığını daha önce konu etmiştim, rakip festivalden ruh farkıyla öndeydik, sahnesiyle övünenlere, karta yükleme yapanlara ve bir yıl bunu anlatacak olanlara savaşa karşı ses çıkararak verilen cevabı, orda binilen lunaparktan çok daha uzun zamanlar aklımda tutacak ve yıllarca etkisinde kalacaktım.
savaşa karşı bağırmanın kimin aklına geldiğini, tirübün solculuğundan farklı olarak, slogan atmamayı, marş söylememeyi, sadece bağırmayı nerden nasıl düşündüklerini, bu kadar basit bir özgürlüğün nasıl hayatımın geri kalan yıllarında hiç aklımdan çıkmayacağını, bazen bağcılarda karşıdan karşıya geçerken, bazen motor üstünde halk otobüsünü sollarken çıkarılan sesleri hep buraya bağlayacağımı, (bu cümleyi toparlayamicam galiba)
belli kuralları yok,
ritmik olmak zorunda değilsin
karşısın
sadece karşı olman bile yeter aslında
bazen insan birey olduğunu hatırlamak için parmak uçlarını hissetmeye çalışırmış,
senin bir sesin var, oyun var, fikrin var,
sadece ses çıkararak karşı dur,
istediğin sesli harfi yüksek sesle söylemekte özgürsün,
kimseyle birlikte başlamak zorunda değilsin,
sesin çıksın yeter.
sesin kısılana kadar bağır,
istediğin gibi bağır,
dünyanın en büyük keyfiydi savaşa karşı ses çıkarmak,
bir kez daha sesim kısılana kadar bağırasım var herşeye karşı, belki kadrolaşamıyoruz, rant sağlayamıyoruz, torpillerimiz yok, yeterli çoğunluk değiliz, en insancıl duyguları bile bu millete anlatamıyoruz ama ses çıakrıyoruz.
bunun hepsinden daha değerli olduğunu dank etmek on yılımı alsa da
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)